İnanmak ya da inanmamak
Neye inanmak istediğimizle başlıyor her şey. Bilmem hangi yarışı kazanmak mı mutlu edecek sizi? Yoksa soğuk bir ameliyat odasında bitirdiğiniz bir kalp nakli mi? Herkes istediği cevabı verebilir. Belki cevap bulması gereken bir diğer soruda şu, sevdiğiniz iş ve şirkette olduğunuz için mi okuyorsunuz, yoksa “yine mi sabah, yine mi iş” diye eyvahlandığınız bir günde mi okuyorsunuz bu yazıyı. He iki sorunun cevabı da, sizin neye, ne kadar inandığınızla ilgili. Neyi yaptıktan sonra, ruhunuzda rahatlama, yüzünüzde tebessüm bulduğunuzla ilgili…
İnandığımız şey hızlı olmak mı? Peki, inanalım. Aracımız inandığımız şekilde hızlansın. Tam gaz devam edelim yolumuza. Ya inanmadığımız engeller ne olacak. Bu hızda ufacık bir çakıl taşı bile bizi savurmaya yeter. Ya hızlı girdiğimiz bir viraj. Sonumuz…
İnandığımız şey dikkatli olmak mı? Peki, inanalım. Aracımız dikkatli kullanalım. Yetişemediğimiz buluşmalar, kaçırdığımız saatler, geciken işlerimiz.
İnandığımız şey mükemmel olmak mı? Mükemmel olmak? Siz olarak mı? Takım olarak mı? Şirket olarak mı? Hangisi… Hadi ama, hepimiz ufak yalanlar söylüyoruz bazen. Takımım için çalışıyorum deyin, şirketim için çalışıyorum deyin. Ne önemi var ki, kendiniz için çalışmadıktan sonra, kendiniz için bir şeyler yapmayıp, kendinize inanmadıktan sonra…
Ne diyor Hz. Ali “ İnandığınız gibi yaşayamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” Demek ki sadece inanmak yetmiyor. Güçlü olmak ve inandığınıza sıkı sıkıya bağlı olmak gerekiyor. İnandığınızı yaşayabilmek adına, yaşadığınıza olan inancınızı zaman zaman sorgulamak gerekiyor.
İşimizin ne olduğunun hiçbir önemi yokken, bir şeyler yapmak için hep önemli işleri bekleyenler bizler değil miyiz? Pit alanında sadece lastik tutmakla görevli biri olmakla, F1 pilotu olmak arasında ne gibi bir fark olabilir ki? Ya da hangisinin daha önemli bir iş yaptığını nasıl ayırt edebiliriz ki? Eğer o lastiği tam zamanında vermek, tam zamanında geri çekmek için tutuyorsak ve bunu yapacağımıza inanıyor ve bunu yapıyorsak, biz başarılıyız demektir. Altı üstü lastik değiştiriyorum demek, hak etmeyenlere güç vermek ve kendimizi yermek demektir.
İnandığımız her noktada belki, Sevgi Hemşire gibi, “açalım hocam” demeliyiz kimi zamanda eşi gibi soğukkanlı olmalıyız. Korkmadan kendimize iğne yapabilmeliyiz. Oysa hangimiz, kendi tenimize, ruhumuza, aklımıza ufacık bir iğne batırabilecek kadar yürekliyiz ki? Ben değilim…
Lastik tutanla, pilot arasında fark olmadığı gibi cerrahla hemşire arasında da fark yok. Kimin borusu ötüyor kardeşim bu ameliyathanede. Altı üstü 300 farklı parçayı ezbere bilen hemşire mi? Yoksa yıllardır, onlarca adam kesmiş cerrah mı? Hemşirenin gazlı bezleri saymadığında ne olacağını hepimiz gördük. Ya da cerrahın yanlış bir damara dokunmasının nelere mal olacağını. Bu durumda işyerindeki patronlar hemşire mi olurlar yoksa cerrah mı? Lastik mi tutarlar yoksa pilot mu olurlar. Ya da çalışanlar hangisi olurlar ki?
İşte her şey böyle iç içeyken, pistte ya da ameliyathanede ya da ofiste olmamızın hiçbir önemi yok. Geçen sabah sol elimde iş çantam sağ elimde de bir çöp poşetiyle çıktım evden. Sağlak olduğum için ve sağ elim daha güçlü olduğu için, sağ elimdeydi poşet. Ama sağ elimle poşeti 20 m götürebildim. Sol elimleyse 80 m taşıyabildim poşeti. Sonra şunu düşündüm. Sağ elim daha güçlü değil miydi benim. Ya da sağ elimin gücüne inandığım için mi güçlü geliyordu bana. Tersten bakınca da, acaba sol elimin gücüne inanmadığım için mi güçsüz geliyordu bana…
Oysa hepimizin içinde bir yerlerde var olan, inanılmayı ve keşfedilmeyi bekleyen güçler var. Kendince depreşen, ara sıra bizi yerimizden oynatan ama bir tülü varlığını ortaya çıkaramayan güçler var.
Uzun lafın kısası, şu sorunun cevabı, bu bence…
“Formula 1 ve ameliyat masasındaki, hız, mükemmeliyetçilik ve takım ruhu elementlerini E-bebek’e nasıl uygularsınız?”
Kendime inanarak… Evet, yapabileceğime, başarılı olabileceğime, kazanabileceğime inanıyorsam, yaptıktan sonra ruhumun rahatlayacağını ve yüzümde bir tebessüm oluşacağını biliyorsam uygulayabilirim.
Gözümüzü kapatıp hayal kurabiliyorsak ne mutlu.
Ne demiş bir düşünür;
“İnanç görmediğinize inanmaktır, armağanı ise inandığını görmektir”